Şifremi Unuttum

KLİMİK 2019’dan Röportajlar: Prof. Dr. Serap Şimşek Yavuz

Prof. Dr. Serap Şimşek Yavuz ile Röportaj

KLİMİK Derneği’nde sizce kadın üyelerimiz yeterli rol alabiliyor mu? Derneğimizde kadın başkan görme şansımız olacak mı?

Her ne kadar ülkemizde kadın erkek eşitliği konusunda almamız gereken çok yol olsa da, KLİMİK Derneği’nde bu anlamda önemli bir yol alınmış olduğunu düşünüyorum.  Üyelerinin %60’ı kadın olan KLİMİK Derneği, hem çalışma gruplarında hem yönetim kurulunda kadınların etkili bir şekilde çalıştığı, sesini duyurabildiği bir dernek. Benim hayalini kurduğum örgütlenme modeli, insanların iktidar olmaktan değil, ekibin bir parçası olmaktan mutluluk duyduğu, herkesin verdiği emek ve bilgisi kadar var olduğu daha yatay örgütlenmeler. İnsanların huzur ve mutluluk içinde çalışabilmelerinin ancak bu tür bir ortamla sağlanabileceğini düşünüyorum.  KLİMİK YK da, bu düşüncelerimi büyük oranda karşılayan bir yer olduğu için 2 yıldır keyifle çalışıyorum. KLİMİK Derneği’nde kadın başkan olmasını, kadın bir meslektaşımızın daha görünür olarak, genç kadın meslektaşlarımıza model ve motivasyon kaynağı olması açısından mantıklı buluyorum ve destekliyorum; ama şimdiki başkanımız o kadar çalışkan, donanımlı, eşitlikçi, uzlaşmacı, iyi ve sevilen bir insan ki, onun bu özelliklerinden ne kadar faydalanabilirsek, derneğimiz açısından o kadar iyi olur diye düşünüyorum.

İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi’nde yoğun bir tempoda çalışmaktasınız. Evde ve işte kadın olarak çok fazla sorumluluklarınız var. Sizin için zorlayıcı olabiliyor mu? Kendinize vakit ayırabiliyor musunuz? Ayırabiliyorsanız neler yapıyorsunuz?

İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki iş yükümüz gerçekten çok ağır. Hem hasta hem öğrenci sayısı çok, baktığımız hastaların hepsi çok komplike ve onlarca yerde çözüm bulunamamış hastalar. Ek olarak asistan eğitimi, bilimsel toplantılar, bilimsel çalışmalar, bilir kişilik gibi her biri ayrı ve çok önemli olan işleri de yapmak zorundayız. Böyle olunca elbette çok yoğun çalışıyorum. Bu çalışma sadece işteyken değil, hemen her akşam evde de devam ediyor. Mesleğimi ve uzmanlık alanımı çok sevmesem bu kadar çalışmayı kaldıramazdım sanırım. Bu yoğun tempoyu devam ettirebilmek için, hafta sonlarında ve yaklaşık 4-5 ayda bir yaptığım izinlerde ara verip, sevdiğim insanlarla, sevdiğim şeyleri yapmaya çalışıyorum. En sevdiğim şey denizde veya denize yakın olmak, teknede olsam daha iyi. Dalmayı ve şnorkel yapmayı çok seviyorum. Su altında kendimi arınmış, hatta uzaya gitmiş gibi hissediyorum. Su altındaki küçük canlılar ve kabuklular özellikle ilgimi çekiyor. En gurur duyduğum özelliklerimden biri, su altındaki bu küçük ve farklı canlıları, dalış ekibindeki insanlar içinde en sık benim görebilmemdir. Bu durumu da infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanı olup, sürekli mikroskopta bir şeyler aramama borçlu olduğumu düşünüyorum. Bunun dışında yapabildiğim ve yapmayı çok sevdiğim, beni en çok dinlendiren şeyler: günlük gazete okumak, ailemle vakit geçirmek, doğa yürüyüşleri yapmak, özellikle Cuma akşamları olmak üzere sevdiklerimle Taksim’de, Kadıköy’de, Boğaz’da buluşarak yemek yiyip, sohbet etmek, rock müzik dinlemek, sevdiğim yönetmenlerin filmlerini izlemek ve sevdiğim yazarların romanlarını okumak.

Bilimsel devrimde önemli rol alan Galileo Galilei kilisenin baskısı ile görüşlerinin yanlış olduğunu açıklayarak canını kurtarabilmişti. Gördüğümüz kadarı ile hiçbir çağda bilimsel özgürlük tam sağlanamamıştır. Bilimin gelişebilmesi için tamamen özgürlük şart mıdır?

Bilimin gelişmesinin, bu alanda başarı elde edilebilmesinin temel koşullarından biri, özgür düşüncedir. Özellikle Avrupa’da Reform, Rönesans hareketleri ve Aydınlanma Çağı’nın ardından elde edilen başarılar da bunu açıkça göstermiştir.  Ülkemizde, akademik ortamlarda bile, düşünce ve ifade özgürlüğüne genellikle çok önem verilmediğini, bunların motive edilmediğini gözlüyorum. İnsanların düşünce ve ifadelerinde özgür olabilmesinin ön koşulu, bireyin varlığının, itaat etmesine değil, başarısına, çalışmasına, yeteneğine bağlı olması ve bu durumun yasalarla güvence altına alınmasıdır. Ülkemizde, Cumhuriyetimizin en önemli kazanımlarından biri olan bu tür bir yasal zeminin olmasını çok önemli buluyorum ve buna sahip çıkmamız gerektiğini düşünüyorum. Elbette uygulamada,  son yıllarda gittikçe artan bir şekilde, yetenek veya çalışmayla değil, otoriteye boyun eğmeyle bir yerlere gelinebildiğini de görüyoruz. Ben bu duruma çok üzülmekle birlikte, uzmanlık alanımızda çok sayıda insanın, dönem dönem bazı ayırımcılıklara ve sınırlamalara maruz kalsa da çalıştığı kadar, bilgisi kadar ve emeği kadar var olabildiğini görerek umudumu korumak istiyorum. Tabii ki özgür düşünce ortamının sağlanmasında, tek başına yasal zeminin olması yeterli değil, çünkü kişilerin bireyleşme sürecini tamamlayarak, özgür düşünebilme aşamasına ulaşabilmesinin sadece bilgiyle olabildiğini biliyoruz. Bu bağlamda şu anda kişisel olarak yapabileceğimiz en önemli şeylerin, çok bilgili olmak için sürekli çalışmak, bilgimizi kullanmaktan ve açıklamaktan çekinmemek ve gereken yerlerde mücadele etmekten korkmamak olduğunu düşünüyorum.

(Röportaj, 13-16 Mart 2019’da Antalya’da gerçekleştirilen XX. Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Kongresi sırasında yapılmıştır.)